Komik olduğu kadar ağlanılası olan ‘öğretmen olma’ yolumun başlangıç hikayesiyle başlamak istiyorum yazıma. Lise sonun başlarında, henüz yılın başı fikrinin vermiş olduğu rahatlıkla bir hafta sonu yine dershaneye geç kalmıştık. “Aman ya nolacak boşver, gel kahvaltı yapalım.” diye diye arkadaşımla birbirimizi bir güzel gaza getirip üniversite hesabı yapmaya koyulduğumuz, saatler süren bir kahvaltı sofrasında küçük bir tedirginlikle filizlendi bu fikir. “Ya böyle giderse zaten en kötü ihtimalle İzmir’de psikoloji falan okurum.” Hayallerim yıllardır olduğu gibi hala İstanbul’du çünkü. “Her ihtimali de düşünmek gerek gerçi..?”, “Tamam ya nolacak yani hadi bilemedin İzmir’de sınıf öğretmenliği okuruz. Rahat meslek ya, tatil matil iyidir iyi.” derken en kötü ihtimal diye üçüncü meslek sırama koyduğum bu meslek için “İnş olmaz yaaağ.” diye içimden dualar ettiğimi yalanlayamam. Lise birinci sınıftan sonra hep sınıfın ders anlatan, kendi çalışması gerekenleri bırakıp varını yoğunu arkadaşlarına adayan kişisi olarak ben, defalarca “ Yaa ne güzel anlatıyorsun, senden ne iyi öğretmen olur…” yorumları aldığımda bile “Tövbe, Allah’ım tövbe, ben kim öğretmenlik kim?” şeklindeki iç yakarışlarım sonucunda dualarımın tam tersinin ortasına düştüğüm de bir gerçektir tabii. Düşünüyorum da nedendi bu yakarışlarım? Babam da annem de öğretmenlik mesleğini icra etmiş olmalarına rağmen “Tövbeee!” diye andığım bu mesleğe ne diye bu gözle bakmıştım ki? Öğretmenlerimi severdim, tatili falan da vardı bu işin, birilerine bir şeyler anlatmayı – aktarmayı severken ne diye uzak durup köşe bucak kaçtım bu fikirden?
Üniversite sınavı olağanca stresiyle gelip geçmişti işte. Beklentilerim hayal kırıklığından başka hiçbir şey katmamıştı bana. Beklentiye girme ki üzülmeyesin… Öyle olmuyordu işte. Döktüğüm gözyaşının haddi hesabı yok derken asıl darbeyi tercih sonuçlarında aldım. En kötü ihtimal başıma gelmiş ve “Eğitim Fakültesi” yazısını gören gözlerim daha fazlasını akıtıp günlerce kırmızı ve şişkin bir halde baktı etrafına. “Neyse İstanbul oldu ya biraz olsun gülsen ne olur ki?” avuntularıyla geçti geriye kalan yaz günlerim. Okul açıldı ve ilk yılda çok severek gitmedim derslerime. Başka bir yol olsa o an kaçardım ama kim uğraşırdı bir kez daha aynı sürece girip stresine katlanmaya?
İkinci yıl bu fikirden uzaklaşmaya başladım. Alan ve eğitim dersleri git gide içine aldı beni. Hangi mesleğin lisansında vardı; makas, uhu, bazen pirinç – makarna bazen de balonlar – pipetler? Öğretmen olmak için önce çocuk olmak gerekirdi, bense yedimde de severdim oyunları, boyaları, balonları; yetmişimde de sevecektim belli ki. Her geçen yıl, verdiğim her dönem dersi “Mutluyum ben bu fakültede.” dedirtti.
Üniversite sonda kış günü deli gibi yağan kar yığını gibi yeni bir stres yumağı yuvarlana yuvarlana, büyüdükçe büyüyerek geliyordu kapıma. Ne kapımı açıp dışarı çıkabiliyor ne de bu iç sıkıntısıyla son yılımın tadını çıkarabiliyordum. “Ne olacaktı bundan sonra?”. Öğretmen adaylarının en büyük sorunu “KPSS”! Sonra bir karar alarak “İnceldiği yerden kopsun!” diyerek son yılımda “Ahh, keşke bunu da yapsaydım!” dememek için var gücümle gezip keyfime bakacaktım. Öyle oldu, inceldiği yerden de koptu aynı zamanda. Pişman mıyım? Asla! Bir sınıf öğretmeni hangi alanda ne kadar yetkinse çocukları da o kadar var olurlarmış hayatta (Burada yazar çocuklar derken öğrencilerini kastediyor tabii ki.). O zaman bir sınıf öğretmeni en başta sosyal olmalıydı! Okuyan mı daha çok bilir, gezen mi mevzusuna hiç girmeyeyim şimdi. J
Ülkemizde bu yolda iki seçim vardır; birincisi otur deli gibi KPSS çalış gezme, görme, duyma; ikincisi çalışma, gez gez ve daha çok gez. Şaka bir yana ikisini bir götürebilenler de var, saygım sonsuz. Fakat ben bir şeyi istemedikten sonra o işten bütün varımla uzaklaşıyorum. Öğretmenin her şey olması gerekirken bir hiç oluyor bu sınav uğrunda.
Sonuç mu? Bir kurumda sınıf öğretmeni olarak çalışıyorum.
Mesleğimi hala severek yapıyorum. Neden mi? Bazı sabahlar içim kapkara bile girsem okul sınırlarına, ayaklarım geri gitmek için içten içe çırpınarak geçirse de beni merdivenlerden koridorlardan, hep en erken gelen kızım Beril tam karşımda beliriyor ağzı kulaklarında. Benden bile erken kalkıyor sabahları biliyorum, annesinin ve babasının işi nedeniyle okula öğretmenlerden bile önce gelip akşamları da öğretmenlerden sonra çıkan bu çocuk bile her gün mutlulukla koşuyorsa kollarıma unutun bu mesleğin zor olan yanlarını. Emeğimizin karşılığını bundan yıllar sonra da bu ülkenin sınırlarında yaşamaya devam ettikçe maddi olarak göremeyeceğiz, çıkar sevdasına yaptığınız güzel işleri bile görmeyecekler belki bazen, kesinlikle öyle kötü insan var hayatta, ama aşkla bakan birçok çocuğun varlığıyla her gün yeniden açmak gözlerini sıcacık yatağında…
Öğretmenliğinizde emekliliğinize yaklaştığınız her yıl gözlerinin içiyle gülen bir sürü güzel çocuğunuz olması dileğiyle.